Öneri ve Talep Formu

KADİM BİR ŞEHİRDE SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR GELECEĞİ ŞEKİLLENDİRMEK: ZORLUKLAR, FIRSATLAR VE STRATEJİLER

Deprem tehlikesine karşı gerçekçi bir dönüşüm politikasının oluşturulması ve uygulanması, su kıtlığına karşı etkili bir tüketim stratejisi ve tatbikinin sağlanması ve kadim şehrin nüfus ve ulaşım sorunlarının akılcı yöntemlerle ele alınması diğer tüm konularda yaşanan sorunlarda elimizi rahatlatacak önemli adımlar olarak tarif edilebilir.

Kıtaları birleştiren ve binyıllara dayanan tarihinin sunduğu deneyime sahip İstanbul, kentsel dayanıklılık bağlamında kendine has bir dizi zorluk ve fırsatla karşı karşıyadır. Günümüzde gelişmeye ve büyümeye devam eden kent, sismik riskler ve iklim değişikliğinden sosyal eşitsizliklere ve düzensiz kentleşmeye kadar uzanan karmaşık sorunlarla boğuşmak durumunda. Tarihsel perspektiften bakıldığında İstanbul’un iki bin yılı aşan ihtişamlı geçmişi, çeşitli zorluklar karşısında gösterdiği direncin bir kanıtı olma durumunda. Roma, Bizans ve Osmanlı olmak üzere üç önemli imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir olarak İstanbul’un tarihi, sismik olaylar, iklim adaptasyonları, barınma sorunu, ulaşım, sosyal değişimler ve kültürel çeşitlilik gibi birçok olguyu içinde barındıran bir ilişkiler manzûmesi olarak ifâde edilebilir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), kentsel dayanıklılığı insanların, toplulukların ve ulusların uzun vadeli stresler, değişim ve belirsizlik karşısında yapılarını ve yaşam biçimlerini olumlu bir şekilde adapte edip dönüştürürken yaşanabilecek ânî değişikliklere tahammül etme ve sorunların üstesinden gelme becerisi olarak tanımlanmakta. Dolaysıyla günümüzde sürdürülebilirlik ve kentsel dayanıklılık kavramları disiplinler arası bir bilim dalı olarak ifâde edilmekte. Tek bir meslek grubunun ya da akademik disiplinin tüm sorulara cevap verebileceği bir olgu olmanın çok ötesinde. Konuyu değişik öngörülerle ele alan çok sayıda alt başlık mevcut. Salt mimarlık disiplini içinde bile değişik açılardan bakıldığında farklı, ancak birbirini tamamlayan çalışmalara ulaşmak mümkün. Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında bu yazı, İstanbul’un tarihî referanslarla kentsel dayanıklılığının nasıl artırılabileceğine dâir bazı tespit ve ipuçlarını ortaya koymayı amaçlıyor.

* * *

Kentin tarihi hızlıca gözden geçirildiğinde tüm eski şehirler gibi İstanbul’un da çeşitli dönemlerde bazı ciddî sorunlarla karşı karşıya kaldığı görülür. Bu sorunların en önemlilerinden biri şüphesiz ki depremlerdir. Dünyanın en aktif fay hatlarından biri olan Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın batı ucunda yer alan İstanbul, tarihi boyunca yapılı çevre üzerinde derin etkiler bırakan sismik aktivitelere şahit olmuştur. Örneğin ‘küçük kıyamet’ olarak adlandırılan 1509 depremi, şehirde ciddî yıkımlara neden olan 1766 Büyük İstanbul Depremi ve en son olarak da 1894 sarsıntısı, bir yandan yıkıcı sonuçlar ortaya koyarken diğer bir yandan da şehrin sismik dayanıklılığa yaklaşımını şekillendirmiştir. Özellikle 1894 depremi sonrası modern anlamda ilk bilimsel çalışmaların başlamasına şahit olunmuştur. 1999’da yaşanan Adapazarı ve Düzce depremleri ise tüm ülkede olduğu gibi İstanbul’da da inşaat ve mühendislik standartları kapsamında birçok değişikliğe gidilmesine yol açmıştır. Yapı üretimi konusunda yeterli denetimin olmaması ve bilinç eksikliği, kâğıt üzerinde alınan önlemlerin tam manasıyla tatbikine izin vermese de 1999 sonrası yapılan binaların sismik performansının eskiye oranla ciddî şekilde arttığı söylenebilir. Öte yandan 6 Şubat 2023 tarihinde yaşanan ve ülkemizi derinden sarsan depremler ise bu konularda daha alınacak çok yolumuzun olduğunu bizlere acı bir şekilde gösterdi. Dolayısıyla İstanbul’un depremlere karşı dayanıklılığı, en önemli önceliğimiz olmaya devam etmelidir. Sismik güçlendirme programları, tarihsel bilgilerden yararlanarak mevcut binaları güçlendirmeyi amaçlayan yaklaşımlar ve iyi planlanmış kentsel dönüşüm, sadece büyük felâketlerin ardından yaşanan panik evresinde değil, sürekli bir biçimde gündemde tutulmalıdır. Afete hazırlık ve farkındalık kampanyaları kesintisiz ve etkin bir şekilde devam ettirilmelidir.

Bu açıdan bakıldığında deprem tehlikesine karşı etkili bir çözüm olarak ortaya konulan kentsel dönüşüm başlığı altında yapılan uygulamaların da acilen gözden geçirilmesi gerekiyor. Yaklaşık 10 yıldır gündemimizde olan bu kavramı, şimdiye kadar yapılabilenler ve yapılamayanlar bağlamında ele alarak gelecek için bir yol haritası çizilmesi zarûrîdir. Kentsel dönüşüm konusunda kamu tarafından etkili bir modelin halen geliştirilememiş olması, dönüşümün daha varlıklı kesimlerinin yaşadığı ve kentsel rantın iştah açıcı boyutlarda olduğu bölgelerde yoğunlaşması sonucunu doğuruyor. Kentsel tasarım alanında hiçbir çalışma yapmadan, salt parsel bazında imar artışları ile yaşanan dönüşüm kentin görece yaşam kalitesi yüksek semtlerindeki durumu olumsuz yönde etkiliyor ve bu bölgelerde gelecekte yaşanacak problemlere zemin hazırlıyor. Bu bağlamda İstanbul’un Anadolu Yakası’nda Marmara denizi sahili boyunca yer alan yerleşim yerlerinin 1960’lardan ve 1980’lerden sonra nasıl bir değişime uğradığı unutulmamalı. Günümüzde bu bölgenin son 60 yılda yaşadığı ikinci büyük değişime şahitlik ediyoruz. Dönüşümün sağlıklı ve etkili bir şekilde yapılması, bu süreçte sadece deprem riskinin bertaraf edilmesinin değil, kentsel yaşam kalitesinin de artırılmasının hedeflenmesi gerektiği unutulmamalı. Gelişen ekonomik yapı, kalorifer sisteminin yaygınlaşması ve otomobil sahipliğinin artması ile daha yeni ve konforlu konut ihtiyaçlarını karşılayabilecek olan kesimler İstanbul’un geleneksel bölgelerinden bu alanlara akın ettiler. Köşklerin yerini beş-altı katlı apartman blokları, bostan ve bahçelerin yerini de otoparklar aldı. Günümüzde ise bu bölgelerde hoyrat bir değişimi kentsel dönüşüm adına yaşamaktayız. Zaten verimsiz olan altyapının aynı kaldığı bölgede, binaların yıkılıp yerlerine daha irilerinin yapılmasıyla yakın gelecekte nasıl bir resim ile karşı karşıya kalacağımızı tahmin etmek zor olmasa gerek. Dönüşümün sağlıklı ve etkili bir şekilde yapılması, bu süreçte sadece deprem riskinin bertaraf edilmesinin değil, kentsel yaşam kalitesinin de artırılmasının hedeflenmesi gerektiği unutulmamalı. Son yıllarda yaşadığımız küresel pandemi döneminde evlerine hapsolan ve nefes alacak yeşil alanı bulunmayan milyonların yaşam kalitesinin kentsel dönüşümün sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesiyle ile artırılabileceği âşikâr. Bu bağlamda konunun tüm paydaşlarının üzerlerine sorumluluk düştüğünü ve bu külfetli işin mâliyetinin âdil olarak paylaşılmasının gerekliliğini anlatan bir kamusal iletişim stratejisinin âcilen oluşturulması ve uygulamaya konulması gerekiyor. Bu yönde bir adım atılamazsa, dönüşümün gücü yetenin yapabildiği bir rant elde etme mekanizmasından öteye gidemeyeceği bir gerçeklik olarak ortada durmakta.

Tarihi boyunca kentin en kadim sorunlarından biri de su tedariki olmuştur. Çeşitli dönemlerde İstanbul’un yöneticileri su kıtlığını gidermek için kendi çağları için yenilikçi sayılabilecek önlemler almış, öneriler geliştirmiştir. Roma Dönemi su kemerleri, Bizans İmparatorluğu’nun kapsamlı sarnıç sistemi ile Osmanlı su kemerleri ve çeşme sistemi, şehrin su kaynaklarını yönetme konusundaki tarihsel mücâdelenin birer kanıtıdır. Günümüzde ise iklim değişikliğine bağlı olarak su sıkıntısı ciddî bir şekilde yaşanmaktadır. İstanbul’un su problemi şehirdeki barajlara civar illerdeki akarsulardan sağlanan takviyelerle giderilmeye çalışılmakta, ancak kuraklığın yaşandığı dönemlerde bu önlem de su sorununa çare olamamaktadır.

İklim değişikliğine bağlı olarak yaşanan aşırı yağışlar hem çarpık bir şekilde şekillenen, altyapısı yetersiz ya da bakımsız mahallelerde ânî su baskınlarına sebebiyet vermekte hem de zaten kıtlığı çekilen suyun toplanamadan hebâ olması sonucunu doğurmaktadır. Üstleri örtülerek caddelere dönüştürülen dereler, taşkın alanlarının bilinçsizce yapılaşmaya açılması, yönetmeliklerde günümüz iklim değişikliğinin getirdiği şartların güncellenememesi gibi sorunlar yaşanan zorlukların katlanarak artmasına sebep olmaktadır. Bu tür manzaralarla daha sık karşılaşacağımız önümüzdeki dönemde yağmur suyu hasadı, akıllı su tüketimi için stratejiler oluşturulması âcil olarak ele alınması gerekli önceliklerimiz arasında olmalıdır. Verimliliği artırılmış su altyapısı ve sürdürülebilir drenaj sistemlerine yapılan yatırımlar sel ve su baskını risklerini azaltabilir.

İstanbul’un tüm tarihi boyunca karşı karşıya geldiği problemlerden biri de şehir nüfusunun aşırı artışları olmuştur. Tarihsel perspektiften bakıldığında İstanbul’un çeşitli dönemlerde dünyanın en kalabalık şehirleri arasında olduğu görülür. Şehir yönetimi zaman zaman önlemler almaya çalışsa da bu sorun hiçbir zaman beklentileri karşılayacak bir şekilde çözülememiştir. Örneğin 16. ve 17. Yüzyıllarda yaşanan Celâlî İsyanları sonrası Payitaht’ın kapılarına dayanan yığınların kente alınmaması için fermanlar çıkartılmış ancak etkili bir sonuç elde edilememiştir. Tarihî kaynaklar, 20. yüzyılda başladığını sandığımız gecekondu sorununun aslında 16. yüzyıla kadar uzandığını, İstanbul’a gelen göçmenlerin Selatin camilerin avlularında ve bahçelerinde kurdukları derme-çatma yapıların kaldırılması için fermanlar çıkartıldığını yazar.

19. yüzyılda ise Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı toprak kayıpları sonrası belli aralıklarla İstanbul’a doğru yaşanan göç şehirde çok daha ciddî sıkıntılara yol açmıştır. Özellikle 20. yüzyıl başlarında yaşanan Balkan Savaşları sonrası İstanbul büyük bir göç dalgasına daha şahitlik eder. Cumhuriyet Dönemi’nde ise sâkin geçen birkaç on yılın ardından İkinci Dünya Savaşı sonrasında tarımda makineleşmenin başlaması ve demokratik bir düzenin tesisi ile büyük yığınlar İstanbul’a göç etmeye başlamıştır. Konut arzının yetersiz kaldığı bu dönemde şehrin varoşlarındaki boş araziler yeni İstanbullular tarafından düzensiz bir şekilde yapılaşmıştır. Gecekondu problemi giderek artmış, 1950’lerdeki mütevazı yapılar zamanla çok katlı apartmanlara dönüşerek şehrin nerdeyse başlıca konut modeli hâlini almıştır. Çaresiz kalan siyâsî otoritenin belli aralıklarla ve hemen hemen hiçbir altyapı yatırımı ve kentsel tasarım çabası göstermeden yürürlüğe koyduğu imar aflarının ise bu bölgelerdeki imar rantı oluşumuna dolaylı ama hatırı sayılır bir destek sağladığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu durum günümüze değin artan bir ivme ile devam ederek 1950’lerin başlarında yaklaşık bir milyon olan şehir nüfusunun bugün 16 milyona dayanması sonucunu beraberinde getirmiştir. İç dinamiklere bağlı nüfus artışının yanı sıra tarihin çeşitli dönemlerinde olduğu gibi son 10 yılda Suriye’de yaşanan iç savaş İstanbul’da çok ciddî sayıdaki geçici sığınmacının ikameti sonucunu doğurmuştur. Kentin varlıklı kesimlerinin çoktan terk ettiği kadim İstanbul mahalleleri günümüzde Suriye’de ve diğer bazı ülkelerdeki zorluklardan kaçarak kendilerine yeni bir yaşam kurma hayâliyle Türkiye’ye gelen göçmenler tarafından doldurulmuş durumda. İstanbul gibi tarihi binyıllara uzanan bir şehrin nüvesinde yer alan ve kültürel kimliğimizi oluşturan yapılı çevrenin hoyratça kullanılması ve yıpranması bizleri telâfisi mümkün olmayan bir sonuca sürüklüyor. Aşırı nüfusun getirdiği sorunlardan biri de kent içi ulaşım olarak karşımıza çıkıyor. 20. yüzyıla kadar bir yaya şehri olan İstanbul 1930’larda başlatılan imar faaliyetleri sonrasında 1960’lara gelindiğinde yüzyıllardır hayâlî kurulan geniş cadde ve bulvarlarına nihâyet kavuşmuştur. Ancak o dönemden günümüze değin geçen süreçte İstanbul artık yaya ulaşımının hiç dikkate alınmadığı, motorlu araç trafiğinin baskın olduğu büyük bir metropole dönüşmüştür. Bu konudaki en çarpıcı örneklerden birisi Avrasya Tüneli sonrasında yeni hâlini alan Küçük Ayasofya ve Yenikapı arasındaki sahil yolunun durumudur. 1950’lerin sonlarında açılan mütevazı ölçekteki bir sahil yolu, günümüzde yaya trafiğinin hiç düşünülmediği devâsâ bir karayoluna dönüşmüş durumdadır. Tarihî Yarımada’nın Marmara Denizi ile ilişkisini tamamen koparan bu örnek bile yukarıda ifâde edilmeye çalışılan hâlin geldiği noktayı açık bir şekilde resmetmektedir.

İstanbul gibi yerleşik nüfusu 16 milyonu geçen bir şehirde metro, raylı sistem ve deniz ulaşımının canlandırılması gibi çalışmalar mevzi rahatlamalar sağlayabilir. Ancak İstanbulluların yaşam biçimi ve tercihlerinin sonucu oluşan sosyal normlar ne kadar yol ya da metro yapılırsa yapılsın ulaşım sorununun tam mânâsıyla çözülemeyeceği gerçeğini ortaya koymaktadır. Örneğin eğitim sistemimizdeki çarpık yapılaşma bugün İstanbul’da yüz binlerce öğrencinin mahallelerindeki okullar yerine servis araçları ile uzak noktalardaki okullara taşınmasını sonucunu doğuruyor. Yine İstanbul nüfusunun önemli bir bölümü oturduğu yerlere çok uzak mesâfedeki iş yerlerine ulaşmak için ciddî zaman harcıyorlar. Ulaşım için altyapı yatırımlarının gerçekleştirilmesi bir zarûrîyet olsa da beraberinde sosyal planlamanın yapılması ve toplum olarak rasyonel davranış modelleri geliştirmenin sorunların üstesinden gelmede etkili bir rol oynayacağı düşünülebilir.

* * *

Bugün dünyada nüfusu beş milyonun üzerinde olan tüm şehirlerde konut yetersizliği, pahalılık, iklim değişikliğinin getirdiği sonuçlar, ulaşım zorlukları ve su kıtlığı gibi birçok problemin yaşandığı bir gerçeklik. Bu durum özellikle de alt gelir gruplarında ve dezavantajlı kesimlerde daha yoğun bir şekilde kendisini hissettiriyor. Bu sorunlara kalıcı çözüm bulmak hayli zor, hatta imkânsız bir iş. Diğer bir deyişle bu büyüklükteki kentlerde her şeyin tozpembe olacağı bir yapılı çevre ve sosyal yapının oluşturulmasının mümkün olmadığı bir gerçeklik olarak kabul edilmeli. Öte yandan tüm bu olumsuzluklara rağmen kent yaşamı sunduğu imkânlar, fırsatlar ve modern insan için oluşturduğu ekosistem ile câzibesini hâlâ korumakta ve bu durum da yakın bir gelecekte değişmeyecek ayrı bir gerçeklik olarak karşımızda. Bu perspektiften bakıldığında önemli olan günümüz teknolojilerinin getirdiği imkânları da kullanarak akılcı çözümler için çaba sarf ederek sorunları mümkün olabildiğince idâre edilebilir boyutlarda tutmak olmalı.

Şüphesiz ki İstanbul’un yaşadığı sorunlara karşı dirençli hâle gelebilmesi için elzem olan konu sayısı yukarıda ifâde edilmeye çalışılan birkaç başlıktan çok daha fazla ve karmaşıktır. Ancak sismik mukavemet, iklim adaptasyonu ve ulaşım konusundaki iyileştirmeler ile şehir gelecek için dayanıklılığını ciddî bir oranda artırabilir. Deprem tehlikesine karşı gerçekçi bir dönüşüm politikasının oluşturulması ve uygulanması, su kıtlığına karşı etkili bir tüketim stratejisi ve tatbikinin sağlanması ve kadim şehrin nüfus ve ulaşım sorunlarının akılcı yöntemlerle ele alınması diğer tüm konularda yaşanan sorunlarda elimizi rahatlatacak önemli adımlar olarak târif edilebilir. Bu işleri başarabilirsek kentin hem fizikî hem de sosyal olarak dayanıklılığın artırılması konusunda en temel sorunları mümkün olan en iyi şekilde gidermiş oluruz. İstanbul için sürdürülebilir, müreffeh ve dirençli bir geleceğe giden yolda tarihte yaşanan sorunların iyi analiz edilmesi ve bu deneyimin ışığında etkin çözümlerin oluşturulması başta yönetim mekanizmasında bulunan kurumlar olmak üzere tüm toplumun en önemli işi olmak zorunda. Belli kısıtlar olsa da bu işler için gerekli finansal destek bir şekilde temin edilir ve teknik hazırlıklar tamamlanabilir. Asıl önemli olan ise konunun tüm açıklığıyla ve dürüstçe ortaya konulması, başta kamu sektörü olmak üzere tüm kesimlerin sorumluluk ve yükümlülüklerinin farkına vararak hareket etmesidir. Bunu başarabilirsek İstanbul, bir kısmı genel-geçer, bir kısmı ise kendine özgü olan zorlukların üstesinden gelebilir ve tarihî mirasını gelecek nesillere başarı ile aktarabilen, canlı ve dayanıklı bir şehir olarak binlerce yıllık serüvenine devam edebilir.